Merhaba Arkadaşlar,
Beni tanıyanlar bloğumdan teknik konular dışında pek paylaşımda bulunmadığımı çok iyi bilirler. Ancak kalıpları biraz olsun esnetmekten kime zarar gelir ki? Belki hepimiz için faydası bile olabilir. Bu yazımda bahsedeceğim konuya başlamadan önce tüm psikologlardan affımı istemek zorundayım. Nitekim bir yazılımcının olağan psikolojisi üzerine gözlemlerimi aktarırken bilimsel hiç bir kurama uyamayacağımdan veya sonuçlara varamayacağımdan oldukça eminim.
Aslında bu gibi konularda işi uzmanlarına bırakmak gerekiyor. Ben de aslında onbir seneyi bulan profesyonel iş ve yazılım hayatımdaki gözlemlerimi aktarmaya çalışacağım. İnanıyorum ki yazıyı okuyan her meslektaşım kendisine bir pay çıkartacak ve en azından bir kaç dakika da olsa düşünecektir. Aslında anlatılanların gerçek hayat hikayeleri ile birleştirilmesi sonrasında dramatik bir durum mu oluşmaktadır yoksa traji komik bir dünya mı söz konusudur siz karar vereceksiniz.
Öncelikle yandaki resmin size ne çağırıştırdığını düşünerek başlayalım. Bu resimde birden fazla kişinin olduğunu ama her birinin kendi cam fanusu içerisinde ayakta kaldığını görüyoruz. Ortada silik bir kişilik var ama onun konumuzla ilgisi bulunmamakta. Aslında çalışma ortamlarımızdaki oturma düzenlerimize, masamızın üstündeki malzemelere baktığımızda kendimize ait bir dünya kurduğumuzu hatta kimilerinin deyimiyle bir yaşam alanı oluşturduğumuzu kolayca fark edebiliriz.
Bu yaşam alanının belkide en önemli parçalarından birisi ses kalitesi yüksek olan kulaklıklardır. Şimdi oturduğunuz sandalyeden ayağa kalkın ve çevrenizde kulaklık ile müzik dinleyip bilgisayar ekranına bakan arkadaşlarınızı tespit etmeye çalışın. Sonra da şunu düşünün. Doğa da, seyahatlerde, deniz kenarında, parkta, bahçede, yürüyüşte, sağlık için yapılan koşuda, çevreye bakarken size çok iyi gelen, içinizi rahatlatan veya hissetmek istediğiniz duygularınızı daha çok ortaya çıkaran müzikler nasıl oluyor da 15.4 inch' lik bir dikdörgene bakarken size bir şeyler hissettirebiliyor. Gerçekte müziği mi dinliyorsunuz yoksa yaptığınız işe mi odaklanıyorsunuz.
Yaşananlardan : Çok eskiden çalıştığım bir yazılım şirketinde dış kaynak elemanı olarak bir projede görevlendirilmiştim. Yazılımı geliştirdiğimiz şirkette bize ayrılan yer İstanbul' un en güzel boğaz manzarasına sahip kesimlerinden birisiydi. Çalışma ortamının kurulduğu binanın etrafında kocaman ve yemyeşil bir arazi yer alıyordu. Bu nedenle son derece sessiz ve işinize en yüksek seviyede konsantre olabileceğiniz bir ortam söz konusuydu. Ancak her yazılımcı gibi orada bile, kulaklıkla müzik dinlemeyi başarırdık. Arkadaşlarımızdan birisi ise dışarıdan çalışmasına etki eden en ufak sesten rahatsız olurdu. Çoğu zaman kulaklıklarımdan dışarı çıkan ses nedeniyle ya MSN üzerinden, ya da mail araclığıyla beni uyarırdı. Ama hiç bir zaman arkadaşım yerinden kalkarak yanıma gelip bu uyarıyı yapmamıştı. İki masa arasında 3 metreyi bulmayan mesafeyi kat etmek yerine, online ortamdan haber uçururdu. İronik diyebilir miyiz?
Çalışma ortamlarımızın oluşturulmasında şirketlerin büyük payı var bildiğiniz üzere. Günümüz yazılım projeleri ve ihtiyaçları düşünüldüğünde en popüler oturma düzenlerinden birisi yonca şeklinde olanlar. Ancak bazı şirketlerde sizi oturduğunuz masanın içerisine neredeyse hapsedecek şekilde düzenlerde söz konusu. Örneğin sadece sağınızı ve solunuzu görebildiğiniz ama ön masanızda oturan şahsı göremediğiniz bir oturma düzeni de mevcut. (Daha kötüleri de yok mu? Var tabiki de) Tabi siz de ara sıra sağınızdaki veya solunuzdaki arkadaşınızla sohbet etmek, konuşmak ihtiyacı hissedebilirsiniz. Bu aslında son derece doğal bir insan tepkisidir. Ancak ne zamaki iletişiminiz sadece sabah "Günaydın" ve akşam "İyi Akşamlar" şeklinde olan üç basit ve çoğunlukla size söylemesi dahi zor gelen kelimelere düşer, o zaman bir şeylerin ters gittiğini kabul etmeli ve tedbirlerini almalısınız demektir. Çünkü gittikçe ofis masanızın belirlediği sınırlar içerisinde yaşayan ve o dünyaya inanan birisi olmaya başlamışsınızdır. Aslında o dünya değildir. Size göre koca bir evrendir.
Buna itiraz edebilirsiniz ve hayır ben böyle bir insan değilim diyebilirsiniz. O zaman size bu durumu doğrulatacak bir deney önerebilirim. Portatif Web kameranızı alın ve masanın uygun bir yerine monte ederek sizin ofisteki bir günlük yaşantınızı çekmesini sağlayın. Sonrasında izleyin. Çok şaşırabilirsiniz. Özellikle çok vahim vakalarda, kaydı hızlı olarak ileri sardığınızda uzun aralıklarda aynı şekilde durduğunuzu fark edebilirsiniz. Özellikle gözlerinizi bir noktaya uzun süre sabitleyebildiğinizi, göz doktorlarının sık sık vurguladığı ve göz kuruluğuna sebebiyet verdiği için göz yaşı damlası kullanmanıza neden olan duruma sık sık düştüğünüzü net bir şekilde izleyebilirsiniz. Eğer bu noktaya geldiyseniz bir de şunu deneyin. Bilgisayarınızı kapatın ve siyah ekranına sadece 15 dakika boyunca bakmaya çalışın. Sıkıldınız mı? Allah allah...Neden acaba?
Yaşananlardan : Bulunduğum yazılım şirketinde pek çok arkadaşımız ne yazık ki bu şekilde yaşıyor. Günün normal olarak 8 saatlik mesai dilimi içerisinde zorunlu olmadıkça kimseyle konuşmayan, çoğunlukla kendi zevkine uygun müziği dinleyen, üzerine yıkılan onlarca iş içerisinde sadece nefes alıp vermekten sorumlu olduğunu sanan ve sanki bir mahkumiyeti acı çekmeden yaşamayan çalışan insanlar görüyorum. Hatta yazımı düzenlediğim şu sırada bile halen görmekteyim.
Basit bir matematik hesabı yaptığımızda durumun vahimliği bir kere daha ortaya çıkıyor. Çevrenizdekiler ile günde sadece 30 kelime konuştuğunuzu düşünün. Haftada 5 gün çalıştığınızı...Ayda 20 gün...Senede 240 gün...240X30=7200 kelime. Bu sadece senelik olan çok kaba ve kötü bir tahmin. Peki ya ayda kaç satır kod yazıyorsunuz ve tahminen kaç kelime kod yazıyorsunuz. Bu şu anlama gelebilir. Çevrenizdekiler ile konuşmaktan çok kelime harcayarak kodlama yapıyorsunuz. Bu çok doğal olarak işiniz bir parçası. Ama artık sizin sadece bilgisayarınız ile konuşmayı tercih ettiğinizin de bir göstergesi. Peki bu disiplini ne kadar devam ettirebilirsiniz. Aslında sizce bu bir disiplin olabilir mi?
Yaşananlardan: Eski şirketimdeki patronum yazılımın bir yaşam tarzı olduğunu belirtmişti. Ancak bu yaşam tarzını devam ettirirken insan olmanın doğasında var olan bazı aktivitelerden de uzaklaşmamak gerektiğini sürekli ifade ederdi. Hatta bir keresinde başarılı yöneticilerin iş yaşantıları dışında spor, müzik gibi alanlarda amatör olarak bile olsa ilgilendiklerini söylemişti. İlgi derken fiili olarak katılmaktan bahsediyordu. Örneğin toplanıp basketbol oynamak, masa tenisi müsabakalarına katılmak, gitar çalmak, flüt üflemek, saksafon çalmak vb...Şu anda çalıştığım şirkette bu profile uyan bir çok arkadaşım var. Tabiri yerinde ise tüm iş streslerini spor veya müzik ile uğraşarak atabiliyorlar. Üstelik bu arkadaşlarımın bazıları(tamamı değil) gerçekten göz göze sosyalleşmeye inanan, sizinle konuşmaktan zevk alabilen ve sürekli masasında oturmayı sevmeyen kimseler. Tabi patronum bu tavsiyede bulunduğunda sene 1999 du ve ortalarda sosyal ağlar(Facebook, Twitter vb... gibi) diye bir gelişim bulunmamaktaydı.
Sosyal ağlar demişken onlara da dokundurmadan geçmemek lazım. Üniversite yıllarındayken ICQ, MIRC gibi programlar çok popüler idi. Hatta bir arkadaşımla BBS' ler üzerinden mesajlaştığımızı bile hatırlıyorum. Acaba kimse bu günlere gelebileceğimizi düşünüyor muydu? Artık Facebook, Twitter gibi sosyal ağlar söz konusu. Bir fayda olarak uzun zamandır görüşemediğiniz, belirli sebeplerden iletişiminizi kaybettiğiniz arkadaşlarınızı bulmak açısından oldukça etkili. Ya da ülkeler arası kendi mesleki gelişiminizle ilişkili olarak bir ağın parçası olmak istediğinizde son derece faydalı. Ancak şu durumu kim açıklayabilir; iki yan masanızdaki arkadaşınızın doğum gününü Facebook üzerinden kutlamak. Bunu ben dahil pek çoğumuz yapıyor. Şimdi yakın zamanda etrafınızda doğum günü olan ve Facebook listenizde yer alan bir arkadaşınızı düşünün. Eğer onunla küs değilseniz doğum gününde şunu yapın; oturduğunuz yerden kalkın, arkadaşınızın yanına yüzünüzde kocaman bir tebessüm ile gidin, elinizi uzatın tokalaşın ve yanaklarından öperek nice senelere demeyi bir deneyin. Bunu yapabilir misiniz? Yapın ve sonrasında nasıl hissettiğinizi düşünün. Yoksa sandalyenizde oturmayı mı tercih edersiniz.
Doğruyu söylemek gerekirse yazılımcıların dünyası 14.1 inch, bilemediniz 15.4 inch, en kötü ihtimalle 17 inch lik bir dünyadan ibaret olabiliyor. Konuşurken zar zor söyleyebileceğimiz, çekindiğimiz, korktuğumuz cümleleri dijital ortamda rahatlıkla ifade edebiliyoruz. Açıkçası klavyenin başındayken çok güçlüyüz. Ekranımızda istediğimiz gibi bir evren kurabilir galaksinin istediğimiz noktasına sıçrayabiliriz. Tabi yazının bu noktasında oluşan kişilik profiline yazılımcılar dışında pek çok insan uyabilir. Eminim ki çevrenizde gününü bilgisayar başında ve ağırlıklı olarak sosyal ağlar üzerinde geçiren pek çok genç vardır(Sizinde bunun için günde 8 saate yakın mesai harcayan kuzeniniz var mı?). Onları biraz gözlemleyin ve bazı çıkarımlar elde etmeye çalışın.
Yazılımcı psikolojisi ile ilişkili analizlerimi aktarmaya başlarken önce bulunduğumuz masadan başladık ve sosyal ağlara kadar uzandık. Yazılımcının kod tarafında döktürebilirken konuşma güçlüğü çektiğini, gözlerinde sürekli bir problem olduğunu fark ettik. Tabi bilgisayarı başında sakin sakin iş yapan bir yazılımcının çoğu zaman çileden çıkabileceğini ve olur olmadık şeylere kafayı takıp son derece sinir birisi olabileceğini de unutmamak gerekir. Aslında bir psikolog olsam bu durumdaki çoğu yazılımcıya "Agresif Kişilik Bölünmesi" teşhisi koymak isterim ki böyle bir teşhis olmadığından eminim. Yandaki resimde sinir bir yazılımcıyı motiflemeye çalıştım ama bulabildiğim tek resim bu oldu
Yaşananlardan : Siz hiç programdaki kodlaması sonrasında çalışma zamanında istisna(Exception) alan yazılımcı bir arkadaşınızın masasındaki bazı eşyaları sağa sola fırlattığını gördünüz mü? Daha önceden çalıştığım şirketlerden birisinde yine dış kaynak elemanı olarak bir projeye atanmıştım. O gün farkettiğim tek gerçek, çalışma arkadaşımın ekrana son derece yakın ve sinirli bir şekilde bakmasıydı. Sonunda olan oldu ve kodun çalışması sırasında bir istisna mesajı aldı. "Hay ben senin gibi kodun bippppp!!!" diyerek devam cümlesi bittiğinde göz göze geldik ve bende son derece yanlış bir şekilde "Ne o hocam kod mu patladı?" dedim...
Özellikle genç yazılımcı arkadaşları bu konuda uyarmak isterim. Sakın kodunda exception alıp az önce bahsettiğim çılgın psikoloji içerisine giren bir arkadaşınıza bu şekilde yaklaşmayın. Hatta mümkünse kafanızı önünüze eğin ve kendi işinize bakın. Sonuçta olan oldu ve arkadaşım masasında duran 600 sayfalık C# kitabını alıp masama doğru fırlattı. Barmenlerin yaptığı gibi. Sonrasında da şunu söyledi "Al sen yaz o zaman..."
Aslında bu hikaye neredeyse bir yazılımcının hayatının pamuk ipliğine bağlı olabileceğini ifade etmektedir. Yazılımcının bir türlü dizginleyemediği kodunda meydana gelen istisnanın bedeli aslında kendi hayatında kontrol edemediği bir dizi olayın başlamasına neden olur. Çevrenize bakın ve böyle arkadaşlarınız var ise dikkatlice gözlemleyin. Yüzlerinden, üzerlerindeki negatif enerjiyi çok rahat bir şekilde görebilirsiniz. Oysaki yazılımcılar kod tarafında her zaman kral değil midir? En azından kendimizi hep bu şekilde görmez miyiz? Oysaki hayatımızı normal olarak devam ettirmemiz için gerekli şartları bile sağlamaktan, kontrol etmekten çoğu zaman aciz olabiliriz.
Bu noktada yazıyı artık sonlandırma ve bir sonuca bağlamak istiyorum ancak bu çok zor. Belkide sonuçları çıkartması gereken kişi siz değerli okurlarımdır. Yine de değişmez bazı gerçekler olduğunu kabul etmeliyiz. Yazılımcının bulunduğu ortamın koşulları, kendi iç dünyasında ortaya çıkartamadığı duyguları ve başka pek çok faktörün gün içerisinde kendi davranışları üzerinde pek çok etkisi olduğu yadsınamaz bir gerçek. Şimdi birde ekibindeki yazılımcıları yönetmeye çalışan ve bu noktada onların psikolojisinin çok önemli olduğunun bilincine varan teknik liderleri, proje yöneticilerini, müdürleri düşünün. İnanın işleri bizimkinden çok ama çok daha zor. Bence hepimizin eğitim hayatında insan psikolojisi üzerine gerçek hayat pratiklerinin aktarıldığı dersler olmalı.
Yaşananlardan : Üniversiteden mezun olduğumda o dönem popüler olan MBA yüksek lisnans programına katılmıştım. İK dersine giren hocamız çok değerli birisiydi. Pek fazla kitap kullanmazdı. Zaten ağzından çıkan cümleler düzgün, akademik ve tecrübe dolu olurdu. Açıkçası o cümleleri not ettiğinizde her dönem için elinizde bir kitap zaten yazılırdı. Bir gün dersimizde şunları söyledi ve bu sözler aklımda hiç çıkmadı; "Arkadaşlar...Konuşun...Konuşmaktan, insanlarla iletişim kurmaktan çekinmeyin. Fikirlerinizi düşüncelerinizi elinizden geldiğince düzgün ifadeler ile agresifleşmeden karşınızdakine aktarın. Dinlemesini bilin. Ve tabi en önemlisi; Güler yüzlü olmaktan, mevzularınızı tebessümle aktarıp dinlemekten çekinmeyin. Bunu öğrenin..." Aşağı yukarı bu şekilde bir konuşmaydı. Ana fikri/fikirleri görebildiniz mi? Belki biz yazılımcıları, işletme gibi alanlarda ilerleyen kişilerden ayırabilecek noktalar yer almakta. Güler yüzlü olmak, konuşlanlık, sevecenlik, sabırlılık, agresif olmamak vs...
Bir daha bu şekilde teknik dışı bir yazı yazar mıyım bilemiyorum ama bu tespitlerin sizi bir kaç dakikalığına düşündüreceğine inanıyorum. Hepimiz insanız ve bulunduğumuz Dünya' nın yaşayan birer parçasıyız. Hayatımız uzun görünse dahi çok kısa ve aslında her birimiz evrende bir toz parçasının milyarda birinden daha küçük olan parçaların yaşam süresinden bile kısa yaşıyoruz.
Bu yazıyı başarılı bir şekilde okudunuz. Şimdi sağınızdaki veya solunuzdaki, önünüzdeki veya arkanizdaki bir arkadaşınıza bakın ve tebessüm ederek gülümseyin, bir şeyler söyleyin. En azından halini hatırını sorun yahu!