1985 Yazı - Hikayenin Başladığı Yer
Almanya’daki kuzenlerimden biri olan Haluk abi orta öğrenimi için dayımlar tarafından İstanbul’a gönderilmişti. Şu anda 94 yaşında olan anneannem ve rahmetli Hasan dedemin Barbaros mahallesindeki bahçeli evlerinin üst katında sokak tarafına bakan oturma odasında yaşıyordu. Benim ilkokul sıralarında olduğum zamanlardı. Rahmetli Ali dayım orta okul sınıf geçme hediyesi olarak Haluk abime üstünde Commodore 64 yazan bir bilgisayar almıştı. Vaktinin çoğunu resim yaparak ve 37 ekran renkli televizyona bağlanmış Commodore’unda oyun oynayarak geçiriyordu.
Çılgın pilot Murdock’lı A takımının, John Jay Rambo’nun, He-Man’in, “bir alışveriş bir fiş” ile KDV’nin, siyah okul önlüklerinin, şeytan Rıdvan gol kralı Tanju’nun olduğu dönemlerdi. Mahallenin bir kaç sokak ötesindeki toprak futbol sahasının yanındaki pasajda müzik kasetleri, plaklar ve VHS’ler satan küçük bir dükkan vardı. Commodore’un popülerleşmesiyle birlikte oyun kasetleri doldurmaya da başlamıştı. Bir kaset içinde onlarca oyun olabiliyordu. Summer Games, Green Beret, River Raid, 1942, PaperBoy, Hawkeye, Emlyn Hughes Soccer ve aklıma gelmeyen niceleri…
Hangi gün olduğunu hatırlamıyorum lakin akşam üstü vakitleriydi. Haluk abiyi camda bekliyordum. Beni pek oynatmazdı ama yanında oturup oynadığı oyunları izlememe izin verirdi. Yokuştan aşağıya doğru yürüdüğünü gördüm. Anneannemin lezzetini hiç unutamadığım o nefis reçellerine malzeme yaptığı rengarenk güllerle süslediği bahçenin kapısını açıp hızlı adımlarla girişe doğru ilerledi. Merdivenlerden üst kata ikişer ikişer çıktığını anlayabiliyordum. Nefes nefese kalmış bir şekilde odaya girdi ve “Yeni oyunlar çıkmış Burak!” dedi gülümseyerek.
Ama hemen oynayamazdık. İlk başta cihazın önceki oyunlar nedeniyle bozulan kafasının düzeltilmesi gerekiyordu. Commodore oyunları okumak için bir kasetçalar kullanıyordu. İçindeki kasetin bantına yazılı bitleri kullanarak bizlerin saatlerce Tv başında vakit geçirmesine neden olan bir eğlence makinesiydi.
Haluk abim saatçi tornavidasını kullanarak kasetçaların üstündeki vidayı sağa sola doğru birkaç kez oynattı. Ekranda sarhoş birisi gibi dolanan eğri büğrü çizgiler bu hareketlerle düz bir doğruya dönüşmeye başladı. Bu, kafa ayarının tamamlandığı anlamına geliyordu. Haluk abim oyun kasetini taktı ve Play tuşuna bastı. İlk oyun başladı. Ekranın alt tarafındaki uçak gemisinden kalkan ikinci dünya savaşına ait bir tayyare yukarı doğru ilerliyordu. Karşısına çıkan düşman uçaklarına ateş açıyor, aşağıdaki hedeflere bomba atıyor, Fuel yazan yerlerden geçerek yakıt takviyesi yapıyordu. Sonra vuruldu. Haluk abi tekrar başladı. Yanında çıt çıkarmadan heyecanla ekranı izliyordum. Joystick kolunu bir o tarafa bir bu tarafa sürükleyip duruyordu. Bu kez biraz daha ilerlemeyi başarmıştı ama yine vuruldu ve tekrar başladı. Tekrar, tekrar ve tekrar…
Dakikalar saatleri tamamlamaya başladı. Sırtımız sokağa dönük olduğundan kararan havanın farkına bile varamamıştık. Arada akşam ezanı ya da yatsı okunmuştu belki ama fark etmemiştik. Sokak sakinleri zaten çoktan evlerine çekilmişti. Zifiri karanlıkta TV ekranına bakıyorduk sadece. Derken kulağımda kısa süreli bir acı hissettim. Bir kaç yıl sonra bir atari salonunda oyun oynarken aynı acıyı tekrar hissedecektim :) Başımı şöyle bir geriye doğru kaldırırken onun tebessüm eden yüzüyle karşılaştığımda Haluk abi sanki oyunun içindeymiş gibi tam konsantre devam ediyordu. İkimizde rahmetli babamın ne odanın kapsını açışını ne arkamıza geçişini fark etmiştik. Belki bir kaç dakikadır tepemizde dikilmiş bekliyordu hatta. Meğer saatler gece yarısını çoktan geçmişti. Ufak bir çocuğun o saatte bilgisayar oyunu başında ne işi vardı!?
Nedense yıllarca o cihazın sadece 64 kilobyte kapasiteli bir bellek ile bizleri ekran başına saatlerce bağlayan oyunlarının nasıl geliştirildiğini düşünmemiştim. Günümüzde sahip olduğumuz bilgisayarları bir düşünün. Gigabyte’larca ram’i olan, çok çekirdekli, müthiş ekran kartlı makinelerimiz var. Quantum’un sınırlarında gezip yüksek hızlara ulaşarak bilimde çığır açacak gelişmelere imza atıyoruz. Peki gerçekten bir programcının ultra mega süper kuponlu bir bilgisayara sahip olması şart mı? Neden hep en iyisini arıyoruz?
1993 - Üniversite 1nci Sınıf
Y.T.Ü. Matematik Mühendisliği bölümüne girdiğim yıl programcı olmak istediğime karar vermiştim. İlk yılın birinci ve ikinci dönemi grafik özellikleri arttırılmış GWBasic dilini ders olarak alıyorduk. Kişisel bilgisayarım olmadığı için bir çok çalışmayı sadece belli saatlerde açık olan okul labaratuvarında yapmak zorundaydım. O yıl 286 işlemcili bilgisayarların matematiksel işlem birimi arttırılmış 386 modelleri ile değiştirilmesi söz konusuydu. Beş çeyreklikler yerini 1.44Mb’lık disketlere bırakıyordu. Açık gri renkteki bilgisayar kasalarında hard disk bulunmuyordu. Bu nedenle MS-DOS işletim sistemlerini hocamızın verdiği disketlerden yükleyerek sistemi açabiliyorduk(Bu zamanın bootable USB’leri gibi düşünebilirsiniz) Siyah beyaz tüplü monitörler üzerinde zaman içerisinde Pascal, Cobol, C, C++ gibi lisanları da denedik ama olmuyordu. Kişisel bilgisayarımın olması şarttı. Ne var ki dönemin fiyatları en az bugünkü kadar el yakıyordu.
İmdadıma Siemens’te çalışan eniştem yetişti. Geçici bir süre de olsa çalışmam için Siemens Nixdorf marka, elektronik daktilodan hallice çevrilmiş epey ağır bir laptop getirdi. Ağırlığı nedeniyle dambıl almama bile gerek yoktu. Siyah beyaz ekranı vardı ve üzerinde Windows 3.1 işletim sistemi koşuyordu. Tabii programlama bir yana üzerinde denediğim şeylerden birisi de Duke Nukem oynamaktı. Windows‘un üstünde kabuk olarak koştuğu çekirdek işletim sistemi MS-DOS ile çalışan bir oyundu. Siyah beyaz ekran o kadar geç tazeleme hızına sahipti ki karakteri koştururken arkada bıraktığı gölgeleri gri tonlu kareler halinde görebiliyordunuz. Biraz ağır olsa da bir laptop’un seyyarlığını tatma hissi en azından o yıllarda muhteşemdi.
Tabii bir süre sonra kendi kişisel bilgisayarıma kavuştum. 14 inç monitörü olan 486DX-33mhz işlemcili bir bilgisayar. 8Mb RAM’inin olduğunu hatırlıyorum. Ekranı şenlendiren 2 Mb’lık Diamond Stealth marka bir kartı ve muhteşem ses veren Creative 32bit işlemcisi vardı. Tabii kısa bir süre geçmesine rağmen disket sürücüleri hala kullanılıyor bununla birlikte CD’ler de yüksek kapasiteli depolama birimleri olarak boy gösteriyordu. Artık kasete oyun çeken pek yoktu ama disketlere programlar koyuluyordu. Meşhur Yazıcıoğlu işhanına gidip 21 disketten oluşan Delphi 2.0 kurulum paketini aldığımı daha dün gibi hatırlarım.
Delphi’nin bende ayır bir yeri vardır. İlk kez onunla yazdığımız ve oluklu mukavva üreticisi bir matbaa için geliştirdiğimiz programla para kazanmıştık. 90ların ikinci yarısında Amerika’dan Java isimi bir kitap getirtip bana “Burak! Gelecek bu. Web!” diyen sevgili Orkun ile birlikte 250 dolar kazanmıştık. Ben Taksim’deki Elit kitabevinden Delphi 2 Unleashed isimli 1400 sayfalık bir programlama kitabı alırken ileriyi gören Orkun 14.4 Kbps hızında bir modem alarak Ataköy’deki evinin odasından internete açılmıştı.
1997 Şubatı - Compex Fuarı
O yıllar ne kadar bilgisayar dergisi varsa alıp okumaktaydım. Yeni çıkan işlemcileri, Visual Basic ve Delphi tarafındaki gelişmeleri, Java’nın yükselişini, web teknolojilerinin hayatımıza girişini izliyordum. Üniversitedeki yakın arkadaşlarım bilgisayarlara olan merakımı biliyordu. Bu nedenle yeni bir bilgisayar toplayacakları zaman veya format atmaları gerektiğinde kapımı çalarlardı.
Efes’in alt yapısında yıllarca oynayıp Matematik Mühendisi olmaya karar vermiş 1.96lık sevgili Serkan’da en yakın dostlarımdandı. Abdi İpekçi’de birlikte maç izlediğimiz çok olmuştu ama senede bir bilgisayar fuarına da giderdik. Böylece gelişmeleri canlı canlı görebilirdik. Üstelik bazı firmalar bu fuarlarda indirimler uygulardı. Pentium işlemcilerin yeni serilerinin geldiği heyecanlı günlerdi. Moore yasası sürekli olarak işliyor işlemciler iki seneden daha kısa sürede transistor sayılarını katlayarak hızlanıyordu.
Compex o yıl ocak sonu şubat başı açılmıştı. Serkan, babası ve ben üçümüz birlikte Tepebaşı’nda açılan fuarın yolunu tuttuk. Davetiyelerimizi Pc World dergisinden kapmıştık. Serkan yeni bir bilgisayar almak istiyordu. Tabii ki baş danışman bendim :) Bir stand’tan diğerine gidiyor, broşürleri alıp modelleri inceliyorduk. Sonunda bir tanesinde karar kıldık. Doğruyu söylemek gerekirse fiyatlara da bakıyorduk. Modelin iki versiyonu vardı. Birisi 32 diğeri 64Mb Ram kapasiteliydi. Pek tabii bu devirde olduğu gibi iki katına çıkan Ram farkı bilgisayar fiyatını da epeyce etkliyordu. Ben Serkan’a 64Mb olanını almasını tavsiye ettim. Biraz çekingen halde ve tereddüt ederek babasına doğru döndü ve “Baba…32 Mb yerine 64 Mb olanı alalım” dedi. On yaşında oğlu olan bir baba olarak benim bugün vereceğim tepkinin bir benzerini 1997 kışında Serkan’ın babası verdi; “Sen önce bir 32liği doldur sonra 64lüğüne bakarız” :D
Bu hatıram beni hep güldürür ve durup düşünürüm :) Neden en yüksek konfigurasyona sahip bir bilgisayar toplama çabasındaydık. Bir programcı için ortam şartları büyük bir engel oluşturmamalıydı. Optimize edilmesi gereken bir şeyler varsa bunun yolunu kendisi bulmalıydı.
2006 Sonbaharı
O zamanlar büyük bir hevesle ve gönüllü olarak katıldığım topluluk çalışmalarım nedeniyle bir vakit benden savunma istemiş yazılım firmasından ayrıldığım günler. Çalıştığım süre boyunca şirketin bana verdiği IBM Thinkpad T41 model bilgisayarı kullanmıştım. Tabii geri vermek durumunda kalınca bir anda bilgisayarsız kaldım. Evdeyse hiç aşina olmadığım yeşil renkli, dış kapağının saydamlığı nedeniyle içi görünen 1998 model bir iMac G3 vardı. İnanılmaz estetik bir tasarımdı. Tüm Apple’lar da olduğu gibi.
Derken başına oturup onu açtım ve bir kaç arkadaşıma iş aradığıma dair mail atmak üzere harekete geçtim. Ne yazık ki orjinal mac klavyesinde @ sembolünü bir türlü bulamıyordum. Tarayıcı epey tuhaf gelmişti. Başka bir tarayıcıyı nasıl yükleyeceğimi bile bilmiyordum. Gerçekten yabancı topraklarda kalmıştım. Bir kaç gün öncesine kadar Microsoft’un .Net Framework 2.0 sürümü üzerinde C# 2.0 ile geliştirmeler yapmaya çalışan ben sudan çıkmış balık misali çaresiz hissediyordum.
Ancak bir kaç yıl önce yaptığım keskin Linux geçişine keşke o yıllarda cesaret etseydim demeden edemiyorum. Gerçekten güçlü bir Laptop, PC ve Windows işlerimi yapabilmem için şart mıydı?
2019 Eylül - Günümüz
Yaz başına kadar yaklaşık 8 yıl önce aldığım Dell marka bir laptop kullanıyordum. WestWorld olarak isimlendirdiğim alet Ubuntu’da koşuyordu. Son olarak 18.04 sürümüne çıkmıştım. 4 çekirdekli intel işlemci, 8 Gb RAM ve 250GB disk kapasitesi hayli hayli yetiyordu. Ekranı bir kaç yıl önce bozulduğundan harici monitör kullanıyordum. Performansı ile ilgili bir sorunum yoktu. Nitekim artık eskisi gibi her şeyi makineye yüklemeye çalışmıyordum. SQL Server’a mı ihtiyacım var? Neden ki? Pekala PostgreSQL’de de denemelerimi yapabilirim. Peki onu kurmak zorunda mıyım? Elbette hayır! Docker ne güne duruyor :) İlle de SQL gerekiyorsa peki? O zaman Azure’a uğrayabilirim. Ya IDE!? Her yeni laptop alındığında mutlak suretle Visual Studio’nun en kallavi sürümünü yüklemiyor muyuz? Haydi itiraf edin. Ultimate sürümlerini torrent’lerden bulup yüklüyorsunuz değil mi? Yanına SQL Server Management Studio…Office’in tam sürümü…Oysa ki Visual Studio Code açık kaynak platformlar için harika bir IDE. Office’i gerçekten kurmak gerekli mi? Üstelik Office 365 varken ve dokümanlarımıza online olarak her yerden ulaşabiliyorken?
Ama işte WestWorld’ün o pancar motoru misali gürültülü fan sesi yok muydu? Müzik dinlemeden çalıştığım sessiz gecelerimin keyfini kaçırıyordu. Yıllar geçtikçe daha fazla zorlanmaya başlamıştı. Soğutucular deniyor, ara ara salon süpürgesi ile tozlarını çekiyor, Ubuntu’nun process’lerini kontrol edip sistemi yoranları ayıklamaya çalışıyordum. Yine de olmuyordu. Elim yeni bir bilgisayar almaya da gitmiyordu. Fiyatlar gerçekten yüksek. Her zaman böyleydi belki de ama dövizdeki artış, okul taksidi, basketbol ayakkabısı derken hep geriye atmak zorunda kaldığım bir maliyetti.
Sonra günlerden bir gün bütçeyi bir nebze olsun ayarlamayı başardım. İyi bir indirime giren Macbook Mini modelini bir süredir kovalıyordum. Ahch-to adını vereceğim aletin fiyatı 3K’nın altına düşmüştü. Monitorüm zaten olduğu için Mini PC tadında isteklerimi karşılayacaktı. Üstelik uzun zamandır üzerinde geliştirme yapmayı merak ettiğim macOS işletim sistemini de deneyimleme fırsatı bulacaktım. Bu kez Ubuntu çalışmalarından dolayı terminal penceresine biraz daha aşinaydım ve cesaretim vardı.
Yine de ortada ufak bir pürüz vardı. 4Gb Ram…Gözüme epey az gelmişti. Şirketin verdiği 16Gb RAM’li intel Core i7 Pro işlemcili alet bile bazı durumlarda takılabiliyordu. Baktığım mininin 8Gb olan modelindeki intel işlemcisi de daha iyiydi. Ama fiyat neredeyse %60 oranında fazlalaşıyordu. Sonunda bilgisayarı aldım. İlk kurulumlarımı yaptım. Visual Studio Code, xCode, git, Node.Js, docker ve daha bir sürü şeyi üzerinde denemeye başladım. Ancak korktuğum başıma gelmişti. Ubuntu’dan bile yavaştı sistem. Reaksiyon süresi çok düşüktü. Chrome tab’ları can çekiştiği için terk edip Safari’ye dönmüştüm ama pek bir şey değişmemişti. Her nedense makine açıldıktan çok uzun süre sonra kendini toplamaya başlıyor, tabir yerinde ise t anında sadece bir işe odaklanarak nefes alabiliyordu. “Keşke” dedim yine. Keşke diğer modeli alsaydım. Güçlü olanı. Daha pahalıydı belki de ama performansı iyi olacaktı.
Sonra düşünmeye başladım. Neden en iyisi gerekiyordu programlama yapmam için. Merak ettiğim şeyler arasında kullanacaklarımı pekala bulutta konumlandırabilirdim. Performans maliyeti yüksek IDE’lere gereksinimim yoktu gerçekten de. Ama içime bir huzursuzluk düşmüştü.
Bunun üzerine ucuz maliyetli Raspberry Pi 3B+ almaya karar verdim. 1 Gb Ram’i olan cihazın üzerinde Debian tabanlı Raspbian sürümünü kullanacaktım. 16 Gb’lık bir MicroSD kartı bootable disk olarak hazırladım. Ufacık entegrenin hard diski yoktu ama WiFi ile internete bağlanabiliyordu. Daha ilk gece üstünde bir çok şey yapmış, sadeliğine, sessizliğine ve minimal gereksinimlerine hayran kalmıştım. Şimdilik…
Şu adresten öğrendiğim kadarıyla Ubuntu Mate sürümünün en azından beta olarak Raspberry Pi 2,3 modellerine kurulumuna ait bir paylaşım var. Diğer yandan 2019 tarihli bu yazıya göre Ubuntu ile sınırlı değiliz. Bir çok işletim sistemini Raspberry Pi üzerinde kullanmamız mümkün. Windows IoT Core ve Ubuntu Core’da bunlara dahil.
Forbes’un bir haberine göre Ubuntu Mate’in Raspberry Pi 4'ü destekleyeceği ifade edilse de resmi olarak buna dair bir doğrulama en azından yazıyı hazırladığım tarih itibariyle yoktu. Sadece Estimated Time of Arrival konsepti ile üzerinde çalışıldığına dair söylemler var. Sanırım bu desteğin gelip gelmeyeceğini zaman içerisinde öğreneceğiz.
Raspbian’da Bir Gece…
Artık bir şeyleri kurmaya çalışıp, programlama ortamını hazırlamak üzere harekete geçebilirdim. Saat 22yi geçmişti. S(h)arp Efe ve üst kattaki gürültücü velet çoktan uykuya dalmıştı. Mahalle sakinleşmiş ve çalışma odam tam olarak istediğim sessizliğe gelmişti. Arkamdaki kütüphanenin üst rafına kaldırdığım emektar WestWorld’e göz ucuyla şöyle bir baktım ve tebessümle “Umarım tatilin iyi geçiyordur” diyerek klavyeme döndüm. Planladığım belli bir yol haritası yoktu. Doğaçlama gidecektim. Öncelikle Raspbian diyarında neler var ne yok bakayım dedim. Aklıma ilk önce Raspberry Pi’ler ile özdeşleşen Python ortamı geldi.
Raspbian üzerinde Python 2 ve 3 sürümleri ile pip paket yöneticisi zaten yüklü olarak geliyor ama benim Node.js ve npm ile yapacağım çalışmalar da var. Lakin bazı ürünlerin doğru sürümlerini yükleyebilmek ya da desteklerinin olup olmadığını görmek için ARM işlemcisinin versiyonunu öğrenmem gerekmişti. Bunun için şu terminal komutunu kullanarak çalışmalarıma başladım.
uname -m
Sonra aşağıdaki komutlarla nodejs’i sisteme yükledim. Beraberinde npm paket yöneticisi de geldi tabi.
curl -sL https://deb.nodesource.com/setup_10.x | sudo bash -
sudo apt install nodejs
node — version
npm — version
İşte elimin altında nodejs. Rastgele aklıma gelen enstrümaları toplamaya devam ettim. Mesela şunu merak ediyordum; Raspbian üzerinde PostgreSQL’in Docker Container’ını çalıştıramaz mıydım? Hani kendi başına çalışan hafif bir microservice konuşlandıracağım bir sürü Raspberry cihazımız olur mu hayalinden yola çıkarak(Hatta çalıştığım firmadaki bazı yeni nesil ürünlerin SQL Server’dan PostgreSQL platformuna göçü için yapılan çalışmaları düşünerek) Öncesinde Docker bu sistemde çalışır mı bunu öğrenmem gerekiyordu. Bunun üzerine terminali aşağıdaki komutlarla şenlendirdim.
sudo curl -fsSL https://get.docker.com -o get-docker.sh
sudo sh get-docker.sh
sudo docker container run hello-world
Tabii container’ın başarılı bir şekilde çalıştığını görünce SD kartın çabucak dolmasından endişe edip başlatılan container’lar ile imajı silmeyi de ihmal etmedim. Savurganlığın lüzumu yoktu :)
sudo docker container ls -a
sudo docker container rm f7db1b 354818
sudo docker image ls
sudo docker image rm 618e43
Pek tabii bir Container’ı ayağa kaldırmış olmak iştahımın daha da artmasına neden oldu. Bunun üzerine PostgreSQL imajını yükleyeyim ve iki SQL sorgusu çalıştırayım dedim.
sudo docker run -d — name c_postgres -v London:/var/lib/postgresql/data -p 54321:5432 postgres:11
sudo docker exec -it c_postgres psql -U postgres
CREATE DATABASE AdventureWorks;
CREATE TABLE IF NOT EXISTS Category (CategoryId SERIAL PRIMARY KEY,Name varchar);
INSERT INTO Category (Name) VALUES (‘Book’);
INSERT INTO Category (Name) VALUES (‘Movie’);
SELECT * FROM Category;
Veritabanı oluşturabildiğimi, kayıt atıp çekebildiğimi görünce epey mutlu oldum. Çalışmalarım sırasında ihtiyacım olabilecek veri depoları için PostgreSQL’i burada deneyimleyebilirim(Hatta SQLite gibi sürümleri de denesem gayet iyi olur)
Daha neleri kontrol edebilirim diye düşünürken asıl göz ağrım .Net Core’a ayrı bir sayfa açmam gerektiğini fark ettim. Nitekim C# programlama dilini ve .Net Core platformunu deneyimleyeceğim bir ortam olması önemliydi. Biraz araştırma yaptıktan sonra ARM sürümü için Microsoft’un şu adresindeki kaynaktan yararlanarak Raspbian üzerine .Net Core SDK 2.2 versiyonunu yükleyebildim. Tabi güncel .Net Core sürümlerinden hangilerinin hayatta kaldığına ara ara bakmakta yarar var. Özellikle ürünleştirilmiş sürümlerimiz varsa bu önemli bir nokta. Microsoft’un şu adresindeki görsel imgeler iyi birer yardımcı.
Gerekli kurulumun ardından basit bir Console uygulaması oluşturup denemem yeterliydi. Henüz Visual Studio Code editörü yüklenebiliyor mu bilmiyordum ama Program.cs içeriğini düzenlemek için Raspbian ile gelen Geany pekala kafiydi.
Gerçi Visual Studio Code’un açık kaynak olarak Raspberry Pi için genişletilmiş code-oss isimli bir versiyonunu şu adresten indirip kısa süre kullandım. Ancak yorumlarda da belirtilen blank screen probleminin çözümü için update’leri kapatmak zorunda kalmak beni biraz rahatsız etti. Belki ilerde işlemcinin armhf sürümü için tam Visual Studio Code desteği gelir.
dotnet new console -o hello-from-pi
Şu an için tek sıkıntı uygulamanın çalışmasının çok yavaş olması. Basit bir Hello World uygulaması için dotnet run komutunun epey beklettiğini fark ettim. Henüz bunun sebebini anlayamadım. Belki ve muhtemelen ARM işlemcisinden kaynaklı lakin bu canımı sıkan bir durum değil. Çünkü çıt çıkartmayan ve ceket cebime koyup istediğim yere götürebileceğim bir bilgisayarım var :) (Gittiğim yerde HDMI girişli bir monitor/tv, klavye ve mouse olması şartıyla tabii)
Tipik bir desktop kullanıcısının başlangıçta yadırgayacağı tek şey varsayılan olarak Raspberry Pi’nin Açma/Kapama düğmesine sahip olmayışıdır. İlk gece işletim sistemini bir kaç sefer kitleyince güç kablosunu çıkartıp tekrar takarak ilkel bir şey yaptığımı da düşündüm aslında. Fakat buna çok takılmadım. Yine de şu adresteki yönergeleri takip ederek güç düğmesi entegre edilebileceğini öğrendim. Yanlışlıkla mavi kabloyu keserek devrenin patlamasından korkanlar dükkandan hazır anahtar modülü alıp bağlayabilir de ;)
Pek tabii merak ettiğim ve denemek istediğim bir çok konu var. Git(Raspbian ile yüklü geliyor) komut satırı aracı ile GitHub projelerine bağlanmak, cihazı NGinX veya Apache sunucusu olarak kurgulayıp web servisi hizmeti sunacak şekilde ayağa kaldırmak, Erlang dilini öğrenmek(ki sorunsuz bir şekilde sisteme kuruldu ve hello world uygulaması çalıştırılabildi — bknz aşağıdaki resim), Flutter çatısının platform üzerinde kullanılıp kullanılamayacağına bakmak, Google Cloud Platform öğretilerini takip ederek bulut tabanlı temel geliştirici operasyonlarını Raspi ile birlikte denemek(gCloud CLI) ve benzerleri…
Aslında Raspberry Pi’yi bir IoT cihazı gibi kullanmaktansa düşük maliyetli ve programlama deneyimi yaşayabileceğim bir araç olarak ele almak şu anki hedeflerimden birisi. En nihayetinde üzerinde gelen Scratch ile çocuklara temel programlama deneyimini de yaşatıyor ki ben hala büyümedim.
Bir Öğle Arası…Şekerpınar
Gerçekten de programlama yapmak için çok güçlü bir makineye ihtiyacım var mı? Yeni bir maceraya atılmış gibi hissediyorum. Bazen teknolojinin baş döndürücü gelişmesine kızsam da yeni ufuklara yelken açmamıza olanak sağladığı için hevesleniyorum. Oldukça minimal bir cihaz üzerinde programlama öğrenmeye çalışmak…Motivasyonum tam olarak bu. Piyasadaki bilgisayarlara nazaran çok düşük maliyetli bu minion pc için elde edeceğim deneyime göre 128 Gb Micro SD karta geçmeyi bile düşünebilirim. Hatta 4Gb Ram kapasiteli Raspberry Pi 4 sürümü maliyet bazında ciddi olarak düşünülebilir ki PC’lere hafif bir alternatif olarak ön plana çıkmakta(Şuradaki karşılaştırma konu hakkında fikir verebilir) Aradığım sorunun cevabını ancak bu şekilde bulabileceğime inanıyorum. Tabii şu önemli parametreyi de unutmamak lazım; Bu karışımı üretim ortamları haricinde yazılım geliştirme adına bir şeyleri öğrenmek için kurcalayacağım deneysel bir çalışma sahası olarak görüyorum. ARM işlemcisi bazı geliştirme platformlarınca desteklenmiyor olsa dahi…